EDİRNE MÜDAVİMİ ERZURUMLU MEHMET ŞÜKRÜ PAŞA
23 Ekim 2015

EDİRNE MÜDAVİMİ ERZURUMLU MEHMET ŞÜKRÜ PAŞA

“Düşman savunduğumuz hatları geçtikten sonra ölürsem, kendimi şehit kabul etmiyorum. Beni mezara koymayın, etimi kuşlar ve itler çeke çeke yesinler. Fakat savunma hattımız bozulmadan şehit olursam, kefenim, lifim ve sabunum çantamdadır. Beni bu yere gömeceksiniz ve gelecek nesiller üzerime bir abide dikecekler.”

Mehmet Şükrü Paşa’nın 1912 Balkan Harbi’nde yazdığı Edirne destanı o dönem Avrupa basınını o kadar uzun bir süre meşgul eder ki, ister istemez Avrupalı Hıristiyan halk arasında bile paşaya karşı gizliden, gizliye derin bir saygı uyanır. Dahası savaştığı düşman kuvvetlerinin komutanlarını hatta krallarını bile kendisine hayran bırakır. Ne var ki Mehmet Şükrü Paşa adeta canını dişine takarak uğrunda savaştığı vatanında, sonuna kadar hak ettiği saygı ve hürmeti maalesef göremez. O gün Şükrü Paşa’nın maruz kaldığı kötü muamele, suiistimalin askerî politik birçok nedeni olabilir. Lakin bugün paşanın aziz hatırasına yapılacak en büyük saygısızlık, hatta aymazlık ibretlik vasiyetinin tam olarak anlayamamak olacaktır.

Osmanlıya 88 yıl başkentlik yapmış serhat şehri Edirne eski ihtişamlı günlerinden çok uzak, çaresiz çok zor günler yaşıyordu. 1912 yılının Ekim ayında başlayan Batı beslemesi Bulgarların Edirne kuşatması uzuyor, kolera, tifo gibi hastalıklar hızla yayılıyordu. Bab-ı Âli isyanlarıyla Osmanlı içten içe kaynıyor İstanbul’un yanı başındaki Edirne’ye yardım bir türlü ulaşmıyordu. Açlığın ve yokluğun pençesinde adeta can çekişen bölge halkını, bir de ölümden bin beter olan namus korkusu sarıyordu. Asırlarca Osmanlı idaresinde adalet ve barış içinde yaşayan Balkan milletleri Batı’nın ayrılıkçı politikaları, milliyetçilik akımlarıyla harekete geçerek, Osmanlıyı adeta sırtından hançerlemek için fırsat kolluyordu. Osmanlı topraklarına göz koyan Batı’nın şerir planının önündeki tek engel ise, dirayetli Osmanlı halifesi II. Abdülhamit Han’ın Balkanlarda uyguladığı denge politikalarıydı. II. Abdülhamit Han’ın Batı beslemesi Yahudi dönmeleri ve ittihatçılar eliyle tahtan indirilmesinin hemen ardından, yürütülen toparlanma ve denge siyaseti son buluyor, bir anda Osmanlı toprakları alev alıyordu. Yangını çıkaran ittihatçı çetenin işi hilafet makamından azlettikleri II. Abdülhamit’le bitmiyor, İslam ümmeti ve toprakları üzerinde hain planlarını birer birer uygulamaya koyuyorlardı.

Tarihler 10 Ekim 1912’yi gösterdiğinde Edirne’yi kuşatan Bulgar ordusuna karşın, ittihatçı entrikalarıyla adeta ezilen Osmanlı hükümeti çok tuhaf bir karar alarak, Mehmet Şükrü Paşa’ya Edirne’yi en fazla 40 gün müdafaa emri veriliyordu. Avrupa ve Rusya’nın desteğini arkasına alarak semiren Bulgar, Sırp ve diğer Balkan milletlerinden oluşan yamyam ordusu kuşattığı Edirne’yi bombalamaya başlarlar. Savaşın başlangıcında Osmanlı ordusu şehri kahramanca aslanlar gibi savunur, ne var ki gün geçtikçe eriyen mühimmat ve askerin iaşesiyle birlikte umutlar da tükenmektedir. Kırk günün sonunda bertaraf edilemeyen Bulgar kuşatması karşısında Şükrü Paşa ısrarla İstanbul’dan yardım istemektedir. Lakin Şükrü Paşa’nın tüm ısrarına rağmen cevap dahi alamadığı İstanbul’dan ne bir tek mermi ne de bir kuru ekmek dahi gelmeyecektir. Şükrü Paşa yaşanan tüm zorluklara, yapılan onca yardım çağrılarına rağmen, İstanbul’dan istediği yardımın neden gelmediğine önceleri bir anlam veremez. Nihayet İstanbul’dan gelen bir telgrafla her şey anlaşılır; şuursuz Osmanlı hükümeti bu sefer Şükrü Paşa’dan şehri Bulgarlara ivedilikle teslim etmesini istemektedir. Çünkü ittihatçı kadrolar ve Enver Paşa’nın hükümeti ele geçirmek için kurdukları şerir planların en büyük parçasını Edirne ve Balkanlar’ın kaybedilmesi oluşturmaktadır. Şükrü paşa Edirne üzerinde kurulan bu şeytani planın bir başka vesikasını kendi hatıratında şöyle anlatır:

“Harbin henüz başında Edirne muhasarası başlamadan evvel ittihatçılardan eski Dahiliye Nazırı Talat Bey, gönüllü nefer yazılıp Edirne’ye gelmişti. Maksadı askerlik etmek değil, askeri ifsat etmekti. Birinci derecedeki kumandan paşaların oturdukları binaya yerleşmiş ve tıpkı o paşalar gibi o nefer beye de emir beyler tahsis edilmişti. Askeri harp etmemeye teşvik ediyor ve bilhassa Anadolu efradına soruyor Uşak, Konya, Adana, Rize, Van, Hakkâri, nere Edirne Rumeli nere diyerek Balkanların kendi vatanları olmadığından bahsediyordu. O sırada düşman ilerlemekte ve Edirne düşmek üzere idi. Tabi böyle bir fesada tahammül edemezdim. Talat Bey’i çağırttım. Kendisine Bey oğlum diye hitap ederek, yaptığı menfi propagandayı anlattım. Bu hale bir dakika bile tahammül edemeyeceğimi, Edirne’de kaldığı taktirde kendisini maazallah idam ettirmek mecburiyetinde kalacağımı ve böyle bir mecburiyette kalmak istemediğim için, o günkü trenle derhal İstanbul’a hareket etmesini emrettim. İşte benim menkubiyetime bu Talatlar sebep oldu. Onlar ordumuzun bir an evvel mağlup olmasını ve mağlubiyeti yüzünden muhalif hükümetin bir an evvel sükûtunu istiyorlardı. Fakat unuttukları bir şey vardı. Benim asker olduğumu unutuyorlardı.”

Dönemin basiretsiz İstanbul hükümetinden iyiden iyiye ümidini kesen Şükrü Paşa’nın çektiği cevap telgrafı ittihatçıların suratına adeta bir tokat gibi iner:

“Son kurşunum bitmeden şehri asla terk etmeyeceğim.”

Bütün bu kaos ve siyasi entrikalar yaşanırken Edirne Kıyık sırtlarındaki tabyalar arasında koşturmakta olan Şükrü Paşa’nın müdafaası düşman ordusunun canını iyiden iyiye sıkmaktadır. İttihatçıların 40 günden fazla uzamasını istemediği savunma gittikçe daha çetin bir hal almaya başlar. O zor günler Edirne’nin hafızasında derin izler bırakacak yokluk ve yoksunluk yılları olarak anılacaktır. İmkânsızlıklar içinde Mehmetçik bir yandan salgın hastalıklarla boğuşurken diğer yandan Trakya’nın çetin kışına yenik düşecek birçoğu donarak can verecektir. Yiyecek bulamayan halk ve cephedeki askerlerimiz süpürge tohumlarından yapılmış ekmek, kurbağa ve at eti yemek zorunda kalacaktır. Yaşanan bunca zorluk ve eziyetler ise Bulgar işgaliyle yaşanacak felaketin yanında bir hiç kalacaktır. İstanbul’dan dört gözle gelmesi beklenen lakin hiç hiçbir zaman gelmeyecek yardımın gecikmesiyle karşımızda gittikçe daha da palazlanan Bulgar ordusuna ise, müttefikleri Avrupa’dan tren katarlarıyla erzak, mühimmat ve yeni askerî birlikler yağmaktadır adeta. Bu sırada Edirne ile İstanbul arasında kopan telgraf bağlantısı Şükrü Paşa’nın etrafının tamamen kuşatıldığının habercisidir. Edirne müdavimi Erzurumlu Mehmet Şükrü Paşa gönüllere taht kuran hüzün yüklü ve son derece anlamlı vasiyetini İşte o günlerde kaleme alacaktır.

Osmanlıya karşı tarihi bir fırsat yakalayan Bulgarlar var gücüyle yüklenir yıllardır düşlediği Edirne’yi düşürmeye ama nafile bir türlü kıramazlar Şükrü Paşa ve askerinin iman direncini. Bulgarlar akıl almaz olağan üstü bu direnci kıramayınca Selimiye Camii ve sivil halkı hedef alarak topa tutarlar. Bulgarlar yaptıkları bu kalleşçe saldırılarının hemen ardından, tayyarelerden attıkları bildirilerde şehri hemen teslim etmezlerse Selimiye dahil tüm şehri yıkacaklarını ve halkı da hiç acımadan katledeceklerini bildiriyorlardı. Aynı delikten bir daha ısırılmayacak kadar zeki olan Osmanlı’nın vakur paşası yalnız ve çaresizdir artık. Sözüne zerre kadar itibar etmediği Bulgarlara gözünden esirgediği Selimiye ve Edirne halkına zarar gelmesinden endişe eden Şükrü Paşa, elde kalan askerî mühimmatın hepsini düşmana karşı kullanır. Düşman eline geçmesin diye top, tüfek ve askerî teçhizatın tamamını harap eder. Arda nehri üzerinde bulunan demiryolu köprüsünü de yıktırıp, Bulgarlardan Edirne ve halkı için gerekli güvenceyi aldıktan sonra 26 Mart 1913 sabahı teslim olmak zorunda kalır. Şükrü Paşa’nın tüm çabasına rağmen korkulan olur kuduz köpekler gibi şehre giren yamyamlar, Selimiye Camii’ne postallarıyla girip minareleri arasına Bulgar bayrağını çekerler. Şehirde cami, medrese, han, imarethane akla gelen ne varsa talan edilip ateşe verilir. Bununla da kalmazlar tabii, Müslümanların mahremi çiğnenerek hanelere, ırzlara tecavüz ederler. Hatta girdikleri evlere işaret koyup arkadan gelen domuzlara yol gösterirler; “Burada yağmalanacak tecavüz edilecek bir şey kalmadı vakit kaybetmeyin diğerlerine yetişin.” diye. Esir edilen askerlerin durumu içler acısıdır. Aç susuz biçare aylarca ağaç kabuğu yiyerek hayatta kalmaya çalışırlar. Mehmetçiğimize ağaç kabuğunu dahi çok gören Bulgarlar, bu yüzden askerin kabuklarını yediği ağaçların bir kısmını da yakarlar. Bulgarların Edirne’de yaptığı katliamların, yaşanan yıkım ve dayanılmaz acıların tarifi mümkün değildir. Bulgarlar dünya tarihine yüz karası olarak geçen zulümlerine rağmen, tarihe şan veren Edirne savunmasının önüne geçememişlerdir. Şükrü Paşa ve Edirne savunmasının tarihteki yerinin daha iyi anlaşılabilmesi için; başta Fransız basını olmak üzere Avrupa basınında bu olaya övgü ve saygı dolu sayfalara bakılmalıdır. Aralarında Claude Farrere ve Pierre Loti gibi isimlerin olduğu yüzlerce aydının imzasını taşıyan "Altın Kitap" bir kılıçla birlikte Fransız halkının Şükrü Paşa’ya hayranlığının ifadesi olarak takdim edilir. Altın Kitap’ın girişinde şu sözler yazmaktadır:

“Edirne’nin kahramanı Müdafii General Gazi Mehmet Şükrü Paşa’ya hayranları tarafından unutulmaz bir müdafaanın hatırası olarak. Paris 1913.”

Şükrü Paşa’nın 6 ay süren Sofya esareti de şanına yakışır bir konukseverlik ile geçer. Bulgar bir yaveri ve kendine tahsis edilmiş bir otomobili bulunan paşanın kılıcı esareti boyunca da belindedir. Ama esaretten vatana dönüşü haset ve fesat içinde debelenen, karışıklıklarla dolu İstanbul’daki siyasilere has bir aymazlıkta olur. İstanbul Sirkeci garında halk paşasını bağrına basıp tezahürat etmek için beklemektedir. Şükrü Paşa’ya bu durum halk Edirne’nin teslim edilmesinden sebep seni öldürecekler şeklinde aksettirilir ve oyunu tertip edilir. O istemese de huduttan itibaren perdeleri kapkara indirilmiş bir vagonla Sirkeci garına, oradan da her tarafı kapalı bir faytonla gözlerden kaçırılırcasına Şişli’deki evine getirilir.

Şükrü Paşa artık işbaşında olan İttihat ve Terakki hükümetince alelacele derhal emekliye sevk edilerek rütbeleri sökülecektir. Şükrü Paşa hükümetin o günlerdeki bu tavrını İsmail Hami Danişmend’e şöyle anlatır:

“Harbin başında hükümet benden bir aylık mukavemet talep etti. Ben tam yüz elli beş gün mukavemet ettim.”

İttihatçıların bu son oyunu onu adeta yıkacak, bundan sonra yaşadığı küskün hayatın neticesinde siyatiğe yakalanan Mehmet Şükrü Paşa, tedavisi için gittiği Bursa’da 5 Haziran 1916’da hayata gözlerini yumar.

EDİRNE MÜDAVİMİ ERZURUMLU MEHMED ŞÜKRÜ PAŞA (1857-1916) ruhun şad mekânın Cennet olsun. Dünya savaş tarihine altın harflerle geçen eşi görülmemiş bir inançla tam beş ay beş gün süren Edirne savunması ve paşamızın kadrini kıymetini ancak ölümünden yıllar sonra anlayabildik. Çarpıtılan tarihimiz üzerindeki bu dezenformasyon ve sansüre inat Şükrü Paşa’nın vasiyeti, özelde Türkiye genelde İslam ümmetinin hâlâ kanıyor olan yaralarına merhem niteliğindedir.

Kaynak: Edirne'nin 600. Fetih Yıldönümü Türk Tarih Kurumu Yayınları 31 Mart Vakası ( İsmail Hami Danişmend )