Hizb-ut Tahrir Türkiye Gündem Değerlendirme Toplantısı - 09 Nisan 2019
10 Nisan 2019

Hizb-ut Tahrir Türkiye Gündem Değerlendirme Toplantısı - 09 Nisan 2019

Hizb-ut Tahrir Türkiye Medya Bürosu

Hizb-ut Tahrir Türkiye Medya Bürosu Başkanı Mahmut Kar, dün akşam gündemin öne çıkan konuları hakkında değerlendirmede bulundu.

Seçim ittifakları ve bu ittifakları şekillendiren dış güçler konusuyla haftalık değerlendirme toplantısına başlayan Mahmut Kar, TKP’li belediye başkanı üzerinden yıldızı parlatılan komünizm değerlendirmesiyle devam etti. Seçimlerin ardından gelen zam yağmurunu da gündemine alan Kar, Rusya’dan alınması planlanan ve ABD ile Türkiye arasında gerilime sebep olan S-400 füze savunma sistemlerinin kime karşı konuşlandırılmak istendiği konusuyla toplantıyı sona erdirdi.

Haftalık Gündem Değerlendirmesi (Tam metin)

31 Mart Yerel Seçimleri bitti ama seçim gündemi halen daha bitmedi. Seçim tartışmaları özellikle İstanbul üzerine yoğunlaşmış bir şekilde devam ediyor. 31 Mart akşamından bugüne siyasi analistler seçim sonuçlarını değerlendiriyorlar. Seçmenin kime, ne mesaj vermek istediğini herkes kendi düşüncesine göre değerlendiriyor.

SEÇİM İTTİFAKLARI ÜZERİNDEN ABD-İNGİLİZ MÜCADELESİ SÜRÜYOR

Bu seçimlerde ortaya çıkan açık tablo şudur: siyasiler halkı da kendileri gibi makyavelist, menfaatperest ve ikiyüzlü yapmaya çalıştılar. Aslında kısmen de olsa başarılı oldular.

CHP, İYİ Parti ile ittifak kurdu ama İstanbul’da HDP’nin desteğiyle kazandı. Peki, HDP seçmeni nasıl olur da CHP’ye oy verebilir? Cumhuriyet tarihinde Kürt halkına en büyük zulümler CHP iktidardayken yapılmamış mıydı? CHP’nin altı okundan biri Türk milliyetçiliğini temsil ederken nasıl oluyor da Kürt halkı CHP’ye oy verebiliyor?

İyi Parti hakeza Türk milliyetçiliği esasına göre kurulmuş bir parti olmasına rağmen HDP’nin açıkça desteklediği CHP ile nasıl ittifak kurabiliyor? Saadet Partisi, 28 Şubat post-modern darbesinin sözde mağdurlarından ama bu darbeyi gerçekleştiren zihniyetin partisi olan CHP ile gizli ve açık ortaklık yapabiliyor.

Bu partilere oy veren insanlar, hiç tasvip etmedikleri halde içlerine sinmeyen ittifaklara liderlerinin yönlendirmesiyle oy verdiler, vermek zorunda bırakıldılar. Esasında kimse ne olduğunu anlayamadı. AK Parti iktidarına son vermek için kurulan bu ittifakların gerçek sahibinin kim olduğuna bakılmadı. Görünen o ki bu ittifakları oluşturan siyasi parti liderleri bu kadar ince ayar yapabilecek kapasitede değillerdi.

Bu ittifakların ve ortaklaşmaların gerçek sahibi İngiliz dehası ve İngiliz siyasi birikimidir. Bu nedenle kimse “AK Parti’ye darbe vurduk!” diye sevinmesin! Zira darbeyi ne halk ne de ittifakın siyasi ortakları vurmuştur! Bu darbeyi vuran İngiliz siyasi aklıdır. Aynı akıl, yeri geldiğinde ittifak ortakları olan İYİ Parti’yi de HDP’yi de Saadet Partisi’ni de değersiz bir eşya gibi bir kenara atacaktır.

Gelgelelim Cumhur ittifakına… AK Parti hem referandum hem cumhurbaşkanlığı hem de yerel seçimlerde Türk Milliyetçisi bir parti ile, MHP ile ittifak yaptı. AK Parti özellikle dış politikada kendini –sözde- “ümmetçi bir parti” olarak tanımlıyor, kendi tabanını ümmetçi söylem ile domine ediyor. Diğer taraftan Türk Milliyetçisi bir parti ile ittifak kuruyor. Seçmenine Türk milliyetçiliği baskısı yapıyor. Bazı yerlerde MHP adaylarının desteklenmesini istiyor.

Elbette Cumhur İttifakı da samimi niyetler ile kurulmuş bir ittifak değil. Bu ittifak, “ülkenin bekası” gibi neyi kastettiği belirsiz, içi boş sloganlar ile kurulmuş gibi gözükse de AK Parti ve MHP’yi bir araya getiren ABD’nin bizzat kendisidir. Dolayısıyla bu seçimlerde aslında İngilizler ve Amerikalılar mücadele etmiş ve İngilizler seçimi bir adım önde kazanmışlardır.

Kaybedenlerin başında ise halkımız gelmektedir. Zira onlar temiz niyetlerle liderlerinin yönlendirmesine uymuşlar, hangi partiye deniliyorsa kalpleri acıya acıya da olsa ona oy vermişler ve bunu sorgulamamışlardır. İkinci kaybedeni ise siyasi liderlerdir. Zira halklarını, seçmenlerini türlü yalanlarla aldatmışlardır.

Halkına yalan söyleyen liderlerin ömrü kısa olur. Onlar da zamanı geldiğinde tarihteki yerlerini alır ve hakikatlerin aydınlandığı günde kendilerinden hesap sorulur.

İNSANLIK KOMÜNİZME DEĞİL İSLÂM’IN IŞIĞINA DOĞRU KOŞACAKTIR!

31 Mart Yerel Seçimlerinin en çok konuşulan konularından birisi de TKP’li Mehmet Fatih Maçoğlu’nun Tunceli Belediye Başkanı seçilmesiydi. 4 yıllık Ovacık ilçe belediye başkanlığı döneminde sıra dışı uygulamalarıyla dikkatleri üzerine çeken Maçoğlu, TKP Tunceli Belediye Başkan Adayı oldu. Bu süreçte medya tarafından ideal belediye başkanı olarak gösterilen Maçoğlu’na Müslümanlar dahi sempatiyle bakmaya başladı.

Peki, Komünist Partisi Belediye Başkanı Maçoğlu ne yaptı ki bu kadar dikkat çekti? Hazineye ait kullanılmayan arazileri halka dağıtarak artı değer oluşturmuş, sonra kooperatif aracılığıyla bu arazilerde üretilen ürünlerin satışını sağlamış, suyu 50 kuruş gibi sembolik bir rakamla satmaya başlamış, şehir içi ulaşımı ücretsiz yapmış, makam aracını kullanmamış, kararları halkla birlikte almış, kütüphane yapmış vs…

Kıymetli Müslümanlar,

Medyanın övgüyle bahsettiği bu uygulamaların sahibinin komünist ideoloji olmadığını peşinen söyleyelim. Evet, Maçoğlu özveri göstermiştir, bu doğrudur. Ancak dediğimiz gibi halk tarafından takdir gören bu uygulamaların sahibi komünizm değildir.

Bu bağlamda şimdi söyleyeceklerime lütfen dikkat ediniz!

Komünizm, bazı ülkelerde sadece 65-70 yıl sınırlı hüküm sürdü, sonra yıkıldı gitti. Geriye, uygulandığı dönemlerde halkların çektiği zulümler, fakirlik ve yoksulluk sebebiyle yaşanan ölümler kaldı. Komünist ideolojiden yaklaşık 1200 yıl önce hayat bulan ve 12 asır boyunca uygulanan İslâm ideolojisinin birkaç iktisadi temelinden bahsetmek istiyorum.

1- İslâm iktisat nizamında, kullanılmayan atıl arazi yoktur. Herkes sahip olduğu araziyi değerlendirmek zorundadır. Üç yıl üst üste kullanılmayan, işletilmeyen araziler sahiplerinden alınır, araziyi işleyecek, ekecek biçecek ve ekonomiye kazandıracak kişilere verilir. Devlet ölü arazileri ihya etmek isteyenlere gerekli her türlü desteği verir.

2- Toplumun bir arada kalmasını sağlayan, dağılmasını engelleyen her şey kamu mülkiyetinden sayılır. Kamu mülkiyetinden olan hiçbir şey toplumun ona ihtiyacı varken parayla satılamaz, toplumun ona ihtiyacı var iken fertlere tahsis edilemez. Allah Rasulü SallAllahu Aleyhi ve Sellem şöyle buyurdu:

الْمُسْلِمُونَ شُرَكَاءُ فِي ثَلاَثٍ: الْمَاءِ وَالْكَلإِ وَالنَّارِ

“Müslümanlar şu üç şeyde ortaktır. Su, mera, ateş.”

(Sünen-i Ebu Davut, Kitab'ul İcare. H. No: 3477)

Bu hadisten çıkartılan şer’î hükme göre kamu mülkiyetinden olan yani halkın malı olan su, halka parayla satılamaz. Halkın malı olan meralar halka parayla satılamaz, halkın malı olan ateş yani benzin, mazot, doğalgaz, petrol, gibi tüm enerji kaynakları halka parayla satılamaz.

3- Tükenmez madenler de kamu mülkiyetindendir. Devlet buraları fertlere satamaz ve tahsis edemez. Ancak devlet buraları halk adına işletir ya da işletmesini yaptırır ve gelirini halka aktarır.

Ben sadece İslâm İktisat nizamının esaslarından birkaç madde saydım. Zekât müessesinden hiç bahsetmedim bile. İslâm coğrafyasındaki kaynaklar ve zenginliklerden hiç bahsetmedim bile. Şimdi İslâm coğrafyasının zenginliklerinin nasıl heder edildiğini varın siz düşünün.

İşte bizim, Hizb-ut Tahrir’in İslâmi yönetim sistemi olarak sizleri davet ettiğimiz Râşidî Hilâfet, iktisat nizamıyla insanlara bunu vadediyor. Ancak İslâm iktisat nizamı hayattan uzaklaştırılınca, yöneticiler İslâm ahkâmını uygulamayı terk edince, halk İslâm’dan fersah fersah uzak partilere, siyasetçilere ve projelere bel bağladılar. O partilerin, o siyasetçilerin çözüm olarak ortaya koyduğu her ne varsa batıldır.

İslâm iktisat nizamının saydığım birkaç maddesi dahi gösteriyor ki, gerçek ve nihai çözüm İslâm’dadır ve onu tatbik edecek olan Râşidî Hilâfet Devleti’ndedir. İslâm ahlakıyla ahlaklanmış adil yöneticiler, insanoğlunun sorunlarına sahih çözümler getiren İslâm nizamını doğru bir şekilde tatbik ettiklerinde karanlık dünya yeniden aydınlığa kavuşacaktır. Biz inanıyoruz ki kapitalizmin zulümlerinden bıkmış olan insanlık, hayatta hiçbir emaresi kalmamış komünizme değil o ışığa doğru koşacaktır. O ışık İslâm’dır, İslâm ideolojisidir. İnsanlık er ya da geç İslâm’ın adaletine, güvenine kendisini teslim edecektir, inşaAllah…

SEÇİM SONRASI YAPILAN YENİ ZAMLAR

Seçimler bitti, tabii seçim vaatleri de unutuldu gitti. 31 Mart Yerel Seçimleri biter bitmez zam haberleri de peş peşe gelmeye başladı. İlk zam elektriğe geldi. Seçimlerin hemen ertesi günü, 1 Nisan'da yürürlüğe giren Resmî Gazete ile Enerji Piyasası Düzenleme Kurumu elektriğin toptan satış fiyatına %37 zam yapıldığını açıkladı. Hemen akabinde bir zam haberi de benzin fiyatlarına geldi.

Seçimlerden sadece birkaç gün önce EPDK’nın Başkanı Mustafa Yılmaz, akaryakıta zam yapılacağına dair yapılan haberlerin asılsız ve maksatlı olduğunu söylemişti. Ancak seçimlerden hemen sonra, 2 Nisan günü benzinin litre fiyatına 19 kuruş zam yapıldı. Ve asıl niyetler ortaya çıktı. Son olarak da tütün ürünlerine yönelik zamlar geldi.

Kış masraflarından bir nebze de olsa kurtulup rahatlama umudunda olan vatandaşlar üst üste gelen bu zam haberleri ile adeta kışı tekrar yaşadı. Özellikle elektrik ve akaryakıt, piyasadaki birçok ürün ve hizmetin ana maliyet kalemini oluşturmaktadır. Dolayısıyla bu zamlar ister istemez tüm ürünlere yansıyacaktır. Zamların seçimlere kadar bekletilmesi ve öncesinde yapılan aldatıcı açıklamalar ise ayrıca dikkat çekicidir.

Hayat pahalılığı ve sürekli artan fiyatlar vatandaşın geçim sıkıntısını iyice derinleştirmektedir. Yapılan bu tutarsız açıklamalar ise halkın gelecek kaygılarını iyice artırmaktadır. Üretimin yetersiz olması ve sürekli borç para ile canlı tutulmaya çalışılan ekonomi, halka aşırı vergi yükleri doğurmakta ve zam politikası olarak geri dönmektedir. Parası olan zenginlerin faiz ile korunduğu, kıt kanaat geçinen halkın sırtına “acı reçetelerin” yüklendiği bu sistem her geçen gün işlevselliğini kaybetmektedir. Önümüzdeki sürece baktığımızda ise zam haberlerinin devamı da gelecek gibi görünmektedir, maalesef…

Allah Müslümanlara ve tüm halka bu yokluk ve ekonomik krizden bir an önce çıkmayı nasip eylesin.

S-400’LER HANGİ TEHDİDE KARŞI ALINIYOR?

31 Mart Yerel Seçimleri sürecinde soğumaya bırakılan S-400 tartışmaları, ısıtılarak yeniden gündeme geldi. Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu, NATO Dışişleri Bakanları Toplantısı kapsamında bulunduğu Washington'da katıldığı bir toplantıda konuştu ve bazı açıklamalar yaptı, biliyorsunuz. Çavuşoğlu “S-400'ler bitmiş bir anlaşmadır, bundan geri adım atmayacağız.” dedi. Peşine de şunu ekledi: “ABD kısa süre önce bir Patriot önerisi yaptı ancak satış olacağının garantisi bulunmuyor.

Bunun üzerine ABD Başkan Yardımcısı Mike Pence, bir açıklama yaptı. Pence “Türkiye bir tercih yapmak zorunda. Tarihteki en başarılı askerî ittifakta yani NATO’da kritik öneme sahip bir ortak olarak mı kalmak istiyor? Yoksa ittifakımızı sarsacak pervasız kararlar alarak bu birlikteliğin güvenliğini riske mi atmak istiyor?” dedi.

Pence’in bu küstahça açıklamasına karşılık Cumhurbaşkanı Yardımcısı Fuat Oktay cevap niteliğinde başka bir açıklama yaptı. Oktay şöyle dedi: “ABD artık karar vermeli. Türkiye'nin müttefiki olarak mı kalacak, yoksa terör örgütleriyle el ele vermek suretiyle düşmanlarımıza karşı bizi zor durumda bırakıp dostluğumuzu riske mi edecek?"

En son Cumhurbaşkanı Erdoğan Rusya ziyaretinde Çavuşoğlu’nun Washington'daki sözlerini tekrarladı ve “Bu iş bitmiştir!” dedi.

Bir de Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu’nun yaptığı başka bir açıklamayı sizlerle paylaşmak istiyorum. Çavuşoğlu S-400’ler konusunda ABD ve Batı’ya güvence vermek için şu ifadeleri kullandı: “ABD’ye S-400’lerin tehdit olmadığını göstermek için de bir çalışma grubu kurmayı önerdik.”

Şimdi tüm bu açıklamalar üzerinden şunu sormak istiyorum: Türkiye S400’leri niçin alıyor? Kendi güvenliğine karşı hangi ülkeleri tehdit olarak görüyor: Rusya’yı mı, Amerika’yı mı, Avrupa ülkelerini mi, NATO’yu mu yoksa Yahudi varlığı “İsrail”i mi? Yöneticiler her ne zaman konuşmaya başlasalar, Amerika ile dostluk ve müttefiklikten söz ediyorlar; Rusya ve lideri Putin ile dostluk ve müttefiklikten söz ediyorlar. NATO ve Avrupa ülkeleri ile askerî ve stratejik müttefiklikten bahsediyorlar. Yahudi varlığı “İsrail” ile yapılan her ticari, askerî ve siyasi anlaşmalarda dostluk vurgusu yapıyorlar.

O halde S-400’ler kimin için? Türkiye S-400’leri ancak ve ancak ABD ve Batı için tehdit olan bir güç için alıyor. Ortadoğu’da kurulması muhtemel bir Râşidî Hilâfet için alıyor. Yani S-400’ler Türkiye’nin güvenliğini korumak için değil, ABD ve sömürgeci Batı’nın en önemlisi de ABD’nin Ortadoğu’daki jandarması, işgalci “İsrail”in güvenliğini korumak için alıyor. Ortadoğu’da işgalci Yahudi varlığını tehdit eden tek güç ise yakında kurulacak olan Râşidî Hilâfet’tir.

Şunu net olarak söyleyeyim: ABD ve NATO, S-400 hava savunma sistemlerinin kendilerini tehdit etmediğini çok iyi biliyorlar. Hatta ve hatta şunu da söylemeliyim: Türkiye, ABD’nin izni olmadan Rusya’dan bu sistemi alamaz. Üzülerek söylüyorum, maalesef ama maalesef ancak ABD buna izin verirse Türkiye böyle bir şeyi yapabilir. ABD’nin bugün Türkiye’ye S-400 alımı ile ilgili baskı yapması, Türkiye’ye Suriye, Irak ve Filistin meselelerinde istediklerini daha kolay yaptırmak içindir. Aynı şekilde Rusya’ya Suriye meselesinde istediklerini daha kolay yaptırmak içindir.

Türkiye Amerika’ya olan bağımlılıktan kurtulmalıdır! Artık Türkiye karar vermelidir: kendisini tehdit eden örgütleri destekleyen Amerika dost mu yoksa düşman mı? Kadim Osmanlı toprağı Kırım’ı oldubittiye getirerek Rusya’ya ilhak ettiğini söyleyen Putin dost mu, düşman mı? Seçimleri kazanmak için daha fazla toprağı işgal etmeyi vadeden Netanyahu ve “İsrail” dost mu, düşman mı?

Türkiye S-400’leri niçin aldığını Amerika ya da NATO’ya değil kendi halkına -Müslümanlara- açıklamalı? Şu sorumuza açıkça cevap vermeli: Ortadoğu’da kan döken ve işgal politikaları uygulayan ABD ve NATO’ya “Merak etmeyin S-400’ler sizin için tehdit değil” diyorsanız o halde S-400’ler kime tehdit? Halep’in masumlarına mı, İdlib’in çocuklarına mı yoksa Baghuz’un kadınlarına mı?

Hizb-ut Tahrir Türkiye Medya Bürosu

09.04.2019