Nasrettin Hoca’ya nispet
edilen bir hikâye Cenevre 2 konferansını açıklar nitelikte. Bir adam gelip
Hoca’ya der ki;
-Yahu Hocam senin inek
benim ineği iterek ölümüne sebep olmuş, ne yapacağız?
Hoca;
–Yahu onlar inek bana ne
ölümüne sebep olduysa, bir şey lazım gelmez.
Adam;
–Yahu Hocam ben yanlış
söylemişim, benim inek senin ineği iterek ölümüne sebep olmuş.
Hoca;
–Haa o zaman iş değişir…
Cenevre 2 konferansını
değerlendirmeye geçmeden önce herkesin bilmesi gereken bir konuya değinmek
isterim. Bu konuyu herkes bilir esasen ama nedense kimse vakıaya indir(e)miyor.
Bu konu, yukarıdaki hikâye ile de ifade etmeye çalıştığım bir hale dönüşmüş
kâfir Batılılar’ın ürettiği bir kavram olan self determinasyon. Bir halkın
kendi geleceğini belirleme hakkı olarak tanımlanan bu kavram ne yazıkki söz
konusu Müslümanlar olunca, Hilafet isteyince geçerli akçe olmaktan çıkıyor. Tunuslu
halk özgürlük talep ederek liderlerini reddedince, Mısırlı halk ılımlı İslam’a
razı olunca ve Libyalı halk kâfirlerden yardım isteyince hikâyedeki birinci
cevap, Suriye halkı Hilafet isteyince hikâyedeki ikinci cevap veriliyor. Hoca
rolündeki soruları cevaplayan aktör ise şüphesiz başta ABD olmak üzere tüm
kâfirler. Kâfirlere uşaklık yapan Müslümanların hain yöneticileri ise Hoca’ya
soru sorup çelişkili cevaplar aldığı halde teslimiyet gösterip fetvayı kabul
eden kimseyi temsil ediyorlar.
Self determinasyonda
gibi başka hususlarda da adamına göre hareket eden, demokratik bir sistem inşaa
edeceğini vaad edip ABD’den icazet alanlara hertürlü kapılar açılırken, İslami
bir hareket neşvünema ettiğinde önüne bütün engelleri koyan kâfirler olduğu
halde bu yöneticiler kâfir kuruluşlardan yardım ve adalet istemekten ve
kapılarını aşındırmaktan hiç hayâ etmiyorlar. Bir yandan BM’in meşruiyetini
güya sorgulayan yöneticiler diğer yandan Suriye konusunu yine BM’ye havale
etmekten utanmıyorlar. Kâfirlerin hakemliğini kabul etme zilleti bir yana bu
yöneticiler kâfirlerden daha çok koşturup birde bu işin hamallığını yapıyorlar.
Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun BM Genel Sekreteri Ban Ki Moon’un çabasını
gölgede bırakan gayreti eşliğinde ve konunun esas muhatabı ve tarafı olan
Suriye’nin sahadaki muhalefetinden yoksun bir şekilde 22 Ocakta Cenevre 2
konferansı başlamıştır.
Bu konferansın amacının
daha net anlaşılabilmesi için konferanstaki konuşmalardan ziyade Suriye vakıası
üzerinde durmak, konferans öncesindeki bazı gelişmeleri açıklamak ve sonrasında
gerçekleşen konferansı değerlendirmek gerekiyor. Yoksa 40 ülkenin ve çeşitli
kuruluşların katılımıyla, elinden Müslüman kanı damlayan ABD ve Rusya’nın
öncülük ettiği ve tüm küresel güçlerin aktörlüğüyle gerçekleşen Cenevre 2
konferansını anlayamayız.
a: Suriye kıyamının vakıası
İlk olarak bu sürece
nasıl gelindiğinden, bu sürecin tam üç yıldır nasıl uzadığından ve Suriye kıyamını
diğerlerinden ayıran etkenin ne olduğu üzerinde duracağız. Muhakkak ki Suriye
vakıası, İslami talepleri olan bir halk, o halkı temsil eden sahadaki muhalif,
mücahit gruplar ve bu talebe direnen Esed rejimi ile birlikte küresel güçler ve
onların işbirlikçi ajan müttefikleri. Suriye halkının talebi mücerret İslami
hakları talep değildir. İslam’ı tüm hayat sahasına intibak ettiren İslami bir
devlet olan Hilafet, ölçülerinin helal ve haram olduğu, Allah Azze ve Celle’nin öfkelendiğine
öfkelenen, hoşnut olduğuna hoşnut olan bir İslam toplumu ve bu çerçevede
İslam’ı davet ve cihat yoluyla tüm dünyaya taşıyacak bir İslam ordusu. Üstelik
bütün bu talepler vakıa üzerinden değil, feraset ve basiretle İslam
Akidesi’nden çıkartılmış siyasi ve İslami çözümlerdir. Tabii ki bu basiret dolu
talepler en başından beri bulunmayan, ancak diğer devrimlerden ders almış,
kâfirlerin ve Müslümanların duyarsızlığından nusretin sadece Allah’tan olduğunu
kavramış ve devrimden önce dahi Suriye’de bulunan Hizb-ut Tahrir’in kamuoyu
değiştirme hususundaki başarısı sonucu elde edilmiş Suriye halkının başarısıdır.
Zira vakıa kendisinden hüküm alınmamakla birlikte fikre götüren bir his
olmaktadır. Çünkü his olmaksızın fikir bulunmaz. Suriye halkının ve saha
muhalefetinin isteği ve vakıası işte budur. Yoksa merkezleri İstanbul ve
Gaziantep olan kıravatlı otel devrimcileri ve saha dışı unsurların Cenevre 2’ye
katılıyor olması Suriye vakıasını değiştirmez. Zira Suriyeli Müslümanlar
anlamışlardır ki kendileriyle birlikte cephede bulunmayan ve geriden liderlik
etmeye çalışan liderler kendi liderleri değildir.
Tunus, Libya ve Mısır
gibi ülkelerdeki devrimler kâfirlerin istediği şekilde üç-beş ayda sonuçlanırken
Suriye kıyamının uzamasının sebebi de işte bu vakıadır. Diğer devrimleri çalmalarına
rağmen kâfirler Suriye kıyamında başarısız olmuşlardır.
Buna mukabil Esed
cephesi ise sadece koltuğunu korumaya çalışan bir dikdatörün ordu gücüyle bu
İslami taleplere karşı bir mücadele vermesinden ibaret değildir. Yine göründüğü
gibi devletlerarası noktada Rusya, İran, Çin ve Hizbullah’ın desteğini almış
bir Esed rejimi de değildir. Rusya, İran ve Hizbullah sadece açıktan ve askeri
olarak Esed rejimini destekleyen unsurlardır. Hâlbuki ABD, Avrupa ülkeleri,
Türkiye ve bütün aktörler açık ya da gizli olarak Esed’in yanında olmasa da
Baas rejiminin, yani demokrasi ve cumhuriyetin yanındadır. Bunu isbat etmek
için derin analizlere dahi ihtiyaç yoktur. Dolayısıyla bazı ipuçları vermekle
iktifa edeceğim. Suriye halkının yanında olduğunu söyleyen ABD, halkı temsil
eden sahadaki muhalefetin bir kısmını terör örgütü ilan etmiş ve hepsini aşırı
olarak niteleyerek Cenevre 2 konferansının açılış konuşmasında ABD’nin dışişleri bakanı John Kerry, bu konferansın zorlu müzakerelerin
başlangıcı olduğunu söyleyerek; “Suriye'nin
geleceğinde şiddetin faillerine ve radikallere yer yok.” dedi. ABD Esed’i
Suriye’nin geleceğinde olmasını gönülsüz olarak istemese de rejimi koruyacak ve
kendilerine itaat edecek bir uşak aramasından dolayı sahadaki muhalefeti ve
İslami talepleri olan halkı da desteklemiyor.
Başta İngiltere ve Fransa olmak üzere Avrupa ise ABD’nin durumundan pekte
farklı olmamakla birlikte bu çatışmadan Suriye’de nüfuz elde etmek istiyor.
Zira ABD’den başka Suriye’de nüfuzu olan yoktu. Zaten kâfirlerden Müslüman halkın
yanında olması ve onların İslami taleplerinin gerçekleşmesi için olur vermesini
beklemek siyasi intihardan başka bir şey değilidir. Bu konuda Allah Subhanehu ve Teâlâ şöyle buyurmaktadır:
إِنَّ الَّذِينَ كَفَرُواْ يُنفِقُونَ أَمْوَالَهُمْ لِيَصُدُّواْ
عَن سَبِيلِ اللّهِ فَسَيُنفِقُونَهَا ثُمَّ تَكُونُ عَلَيْهِمْ حَسْرَةً ثُمَّ
يُغْلَبُونَ وَالَّذِينَ كَفَرُواْ إِلَى جَهَنَّمَ يُحْشَرُونَ
“Kâfirler insanları Allah’ın
yolundan men etmek için mallarını harcarlar ve harcamaya devam edeceklerdir.
Ama sonunda mağlup olacaklar ve bu kendilerine yürek acısı olacak.” [Enfal 36]
Türkiye her ne kadar sürekli Suriye halkının yanında yer aldığını söylesede
bu şartlı bir destektir. Başbakan Erdoğan ve Dışişleri Bakanı Davutoğlu başta
olmak üzere tüm iktidar temsilcileri şu ifadelere benzer ifadeler
kullanmışlardır; “Suriye halkı kendi
geleceğini demokratik yollarla belirleyecektir.” Bu ifadelerde sürekli
demokrasi şerhi düşülmekte ve halkın yanında olmanın şartı olarak demokrasi
gösterilmektedir. Ayrıca ABD Nusret Cephesini terör örgütü olarak kabul edince
Türkiye’de arkasından gitmiş ve sahadaki muhalefeti açıkça aşırılar olarak nitelemiştir.
Bununla birlikte yardım malzemelerinin geçişine izin vermekle birlikte hiçbir
şekilde silah ve mühimmat geçişine izin vermemiş, Suriye’ye silah yardımı yapan
ya da savaşmak üzere Mücahit gönderen gruplara sürekli operasyon yapmıştır.
Libya muhalefetine kendi elleriyle silah verip, dahası NATO’ya tüm üslerini
açması, buna mukabil Suriye’ye silah vermek bir yana oraya cihat etmeye
gidenlere göz dahi yummaması başka neyi gösterir. Ayrıca saha dışı demokrasici
muhalefete üs olması da Türkiye’nin ABD ile aynı politikaya sahip olduğunu
gösterir. Kısaca Esed cephesi askeri olarak İran, Rusya ve Hizbullah’tan,
siyasi olarak tüm aktörlerden oluşmaktadır.
b: Cenevre 2 öncesi yaşananlar
Suriye’nin vakıasını bu şekilde tasvir ettikten sonra Cenevre 2 konferansı
öncesi yaşanan bazı hususları irdelemek gerekiyor. Burada maksadım zaten devam
eden Esed ve muhalefetin çatışmasını, bu çatışmanın seyrini ve diğer aktörlerin
durumunu tekrar irdelemek değildir. Lakin rutin hale gelen bu hususların
dışında üç noktada farklılık ve önem arz eden noktaları irdelemek gerekiyor. Bu
noktalar şüphesiz herkese zahir olan Esed’in zulmünü artırması, Cenevre 2
konferansının sürekli ertelenmesi ve kamuoyuna ifşa edilen binlerce karelik işkence
resimleridir.
Esed rejiminin varil bombalarıyla kimyasal silahların etkisini aratmayacak
şekilde binlerce insanı katletmesi, abluka altına aldığı bazı bölgeleri açlıkla
terbiye etmesi ve son bir gayretle düzenlediği diğer saldırılar maksatlı bir
şekilde zulmünü artırdığını göstermektedir. Bu maksat ise sahadaki muhalefeti
masaya oturmaya razı etmek ve kendisinin elini güçlendirerek Cenevre 2’ye
katılmak. ABD ve diğer aktörlerin bu konferansı sürekli ertlemeside Esed’e bu
noktada yardımcı olmak ve muhalefete masadan başka çözüm olmadığını göstermek
içindir. Aynı zamanda bu durum Esed ile ABD’nin ortak hareket ettiğini
gösterir. Ayrıca Esed’in kimyasal silahlardan vazgeçip binlerce insanı varil
bombalarıyla katletmeside efendisi olan ABD’nin dünya kamuoyunda itibarını
korumak içindir. ABD’nin kırmızı çizgi olarak tanımladığı kimyasal silahları
kullanmadan da Esed rejimi aynı kıyımları yapmıştır.
Cenevre 2 konferansından sadece iki gün önce sistematik işkence
görüntülerinin servis edilmesini ise Avrupa kanadının işi olduğunu düşünüyorum.
Nitekim birkaç gün öncede “Suriye’nin dostları” toplantısı yapılmıştı.
Özellikle İngiltere ve Fransa Suriye’de nüfuz elde etmek istiyorlar. Bunun için
ABD’yi zor durumlara düşürmek onların işlerindendir. Çünkü işkence
görüntülerinin ifşa edilmesinden sonra bu durum ABD’nin konferansta geçiş
hükümetinde Esed’in bulunmasını önermesini imkânsız hale getiriyor.
c: Cenevre 2 ihanettir
Öncesindeki tüm gelişmeler Cenevre 2 buluşmasının bir ihanet, hem de
Lozan’dan sonra ikinci büyük ihanet olduğunu göstermektedir. ABD bu konferans
ile Suriye kıyamını çalmak istiyordu. Esed’siz ya da Esed’in içinde bulunduğu
bir geçiş hükümeti oluşturarak devrimi demokratik bir mecraya çekmek
istemiştir. Lakin Avrupa’nın kendini sıkıştırmasıyla birlikte ve kamuoyunun
aleyhine olmasından dolayı bu saatten sonra amaçladığı geçiş hükümetinde Esed’e
yer vermemiştir. Bunu Cenevre 2’nin açılış konuşmasında Kerry’nin ifadelerinde
görmek mümkündür. Kerry şu ifadeleri kullandı; “Suriye rejimi barışçıl gösterilere gittikçe artan bir şiddetle
karşılık verdi.” Öte yandan ABD’nin Esed’li bir çözüm ihtimalinin
geleceğinin olamayacağını anladığını söylemek de artık mümkün. Bu nedenle
Kerry’nin Baas sözcüsü Muallim’in tepkisini çeken “Beşşar Esed Suriye'deki geçiş yönetiminde yer alamaz.” ifadesinin
kuru bir laf olmadığını, bilakis ABD’nin yeni politikasını yansıttığını anlamak
güç olmasa gerek.
Fakat ben bu makaleyi yazarken henüz Cenevre 2 konferansı tamamlanmamış
olsa da ABD’nin siyasi çözüm olarak elde edebileceği hiçbir şey yoktur. Zira
sahadaki bütün muhalefetten bu konferansa katılım gelmediği gibi bu konferansın
bir ihanet ve devrimi çalma işi olduğunu tek tek açıkladılar. Sada dışı otel
devrimcileri ile Esed’i temsil eden heyetin halen ikili görüşmelerinin sürüyor
olması ABD’nin olası bir askeri harekâta zemin hazırlama bâbından sürdürüldüğü
söylenebilir. “Biz tüm siyasi yolları
denedik ancak olmadı” diyebilmek bu görüşmelerin devam etmesini
gerektiriyor.
Ya da ABD her ne kadar saha dışı katılımcı grup, Suriye halkını temsil
etmese de ediyor gibi hareket ederek Esed’siz bir formül üzerinde onları
anlaştırıp alınan kararı da sahada karşılık bulmayacağı için cebren hayata
geçirme düşüncesinde olabilir. Bunun için Suriye’ye barış gücü adı altında
askeri olarak girebilir. Bu görüşümüzü destekler nitelikte ikili görüşmelerin
başlamasının ardından Esed rejiminin aylardır kuşatma altında bulunan Humus’tan
sivillerin çıkışına izin vermesi gösterilebilir. Günler önce Esed’in yönetimi
bırakmayacağı yönündeki haber ve konferansın ilk gününde Suriye’yi temsilen konuşma
yapan Muallim’in görüşmelerden çekilme yönündeki tehditvari açıklaması konferanstan
çıkabilecek olası bir siyasi çözümü Suriye halkına kazanım gibi gösterme
girişimidir. ABD tüm siyasi seçenekleri kullanmadan başka bir yola girme
eğiliminde değildir. Bunun için sahada karşılık bulmasa da burada belirli
konularda anlaşma sağlanmasını ve alınan kararları müttefik ülkelerin barış
gücü askerlerini kullanarak hayata geçirmek istemektedir.
Buna rağmen konferansın bitmesini bekleyip kararlar üzerinden yorumlama yapmak
daha sağlıklı ve isabetli olacaktır. Ancak şimdilik söylenebilecek en isabetli
yorum ABD’nin Suriye devrimini demokratik bir mecraya çekmeye çalışmasıdır.
Bunun da amacı Suriye’de kuvvetle muhtemel olan İslam Hilafet Devleti’nin
kurulmasını engellemek olduğu açıktır. Bu noktada 14 Aralık 2013 Rusya 24 kanalında
Rus dışişleri bakanı Lavrov, Suriye koalisyon ve milli muhalefeti Suriye rejimi
ile birleşip Suriye’yi Hilafete çevirme çağrısında bulunanlarla savaşma
çağrısında bulunması ve bu noktanın Cenevre 2'nin önemli esası olduğunu
vurgulaması tüm aktörlerin Hilafete karşı birlik içinde olduğunu gösterir.
Ancak fark şu ki ABD siyasi ve demokratik yollarla Hilafeti sinsice engellemeye
çalışırken Rusya askeri olarak Esed’e destek vermek suretiyle Hilafeti engellemekten
yana.
Müslümanların yöneticilerinin farklılığı da bu sebepledir. Türkiye ABD
yolunu izlerken İran Rusya çizgisinde hareket etmektedir. Ancak ABD ve
Rusya’nın da bu farklılığı danıkşıklı bir döğüşün ürünüdür. Bunun içindir ki
Türkiye yöneticilerinin hem Esed’e karşı aslan kesildiğini görürsünüz hem de
Esed’e verdiği destekle onu ayakta tutan İran’la sarmaş dolaş olduklarını
görürsünüz.